Dur Gitme
“İyi yolculuklar dostum…”
“Hoşça kal…”
-
… Dur gitme! Henüz çok erken. Gel dolaşalım. Bak bizim mevsimimiz bu! Belki parka gideriz seninle. Ya da bir cafe’de oturup çay içeriz yine… Ne olur kal… Gitme…
Dönüp, arkama bakmadan yürümeye kararlıydım. Yoksa o eziklik, o, zamanın ne yetip ne yetmediği duygusu çöreklenebilirdi içime. Ağlayabilirdim.
“Bir anda yaşanan ne kadar derinse, deneyim, yaşantı birikimi de o kadar çoktur. Zamanın daha uzunmuşcasına yaşanması da bu yüzdendir. Zaman-akışının çözünmesi böylece engellenmiştir. Yaşanmış süre bir uzunluk değil, derinlik ve yoğunluk sorunudur. ”
-John Berger -
Zaman nasıl hem çok uzun hem de çok kısa gelmişti bize? Sözcüklerde aradığımız neydi dostum? Birbirimizden uzakta neler yaşadığımız mı? Biz hep bunları anlatmadık mı? Ya o yaşadıklarımızın bize, kendimize ve dostluğumuza kattıkları? Ya o yaşadıklarımızın bizden, kendimizden ve dostluğumuzdan aldıkları? Ya çürüyüp yıkılan ağaçlar? Ya onca fırtınaya boyun eğmeyen küçük çiçeklerimiz? Ya birbirimizden ayrı serptiğimiz tohumlar? Ya…
Adımlarımı sıklaştırdım. Avuçlarım terden sırılsıklamdı. Kurtulmak istiyordum… kurtulmak! Gidişinin ağırlığını çözmek tinimde. Bu ayağıma, dilime, düşünceme takılanı kaldırıp atmak!
… Ah, ne olur… Geri dön! Dokun omuzuma… Dönüp kucaklayayım seni… Dostum…
Rüzgâr esiyordu. Rahatla diyordu sanki. Alnıma dokunuyor, gözlerimi okşuyor, kulaklarımda bilmediğim bir dilden fısıltılarla…
Bir şey oldu!
Bir kıpırtı!
Bir ses!
Bir bakış!
Duruverdim ansızın. Sen miydin yoksa? Sakın sen olma dostum… Sakın…
… Sensin değil mi? Sen ol! Hep sen…
İnsanlar akıp gidiyordu çevre yanımdan. Kalakalmıştım öylece. Elim ayağım buz kesmişti. Başım… Başım dönüyordu. Gücüm kalmamıştı sanki. Sen olma…
… Haydi dostum! Bak bekliyorum. Dokun omzuma. Sen ol… Hep sen ol!..
İnsanlar akıp gidiyordu…
Sesler,
renkler,
görüntüler…
Herşey birbirinin içinde eriyordu…
Dostluklar,
aşklar,
nefretler…
Bu karmaşanın arasında o…
O kıpırtı!
O ses!
O bakış!
Arkamda ve arkanda…
Tam ortamızda…
Yavaş yavaş döndüm seni bıraktığım yöne. Her şeyin arasında ilkin hiçbir şey yoktu. Göremedim. Derin bir rahatlama… Derin bir nefes… Sen değilsin!
… Neden? Neden dostum?…
Artık kendi yolumda yürüyordum. Senin de kendi yolunda olduğundan öyle emindim ki…
Rüzgâr yine eşlik ediyor bana. Ellerimde, gözlerimde, kulaklarımda…
Vitrinlere bakıyorum. Bir gömlek, bir ceket, belki iki kitap, birkaç dergi adı, Cafe’lerden çıkan sarmaş dolaş insanlar, konuşmalar, gülüşmeler, tartışmalar, sesler, sesler, ses…
Ansızın döndüm arkama…
Kimsin? Neredesin? Neden takip ediyorsun beni?
… Sen olmadığını biliyorum dostum. Umut yok artık. Keşke sen olsan …
Kuşlar havalandı düşüncemin sesinden ürkerek. Ama o… Orada öyle kıpırtısız, öyle donuk, öyle… öyle… Öyle güçlü…
Soru soran tek ben değilim artık. O minik vücudunda kanayan iki kocaman yara gibi gözleri… serçenin…
Nasıl da utandırıcı bakıyordu bana… İşte ölme vaktim diye düşündüm bir an!
“Madem... ” dedi serçecik ve sustu. Soramadı sorusunu.
Evet! Öleceksem şimdi ölmeliyim. Bu küçücük vücut, bu bir vurumluk can nasıl oluyor da benden bin kat güçlüymüş gibi olduğum yere mıhlıyor beni?
Ah, ellerim titriyor. Ellerim… Ona uzanıyorum.
“Yoo…” diye haykırıp havalanıyor.
O güzelim müziği başlıyor kanatlarının.
Kimse farkında değildi olanların. Ben de kimsenin farkında değildim.
Serçem…
Güzel,
minik serçem…
Dönüp duruyor başımın üstünde. Hiçbir hareketini kaçırmamalıyım. Konuştu benimle, konuştu…
Bir alçalıyor, bir yükseliyor. Ben de çevremce dönüyorum. Bir daha… Bir daha… Bir daha…
Başım dönüyor, başım…
Kahkahalar atıyor, gittikçe hızlanıyor, hızlanıyor…
Şimdi anlıyorum!
Serçe bana isyan ediyor!
Bu bir isyan!
Ama neden?
İçimden geçenleri anlamışcasına haykırıyor:
“Bırakmıyacaktın onu… Bırakmayacaktın! ”
“Ah, serçecik… Gitmek zorundaydı o! Ben de bırakmak…”
“Aptalsın sen… Aptal…”
“Dur serçe… Dur, başım dönüyor! ”
“Koş arkasından o zaman! Al, kanatlarımı vereyim sana! Git! Bırakma onu…”
“Ama mecburuz… Biz mecburuz…”
“Siz dostsunuz! Ne çabuk tükettiniz birbirinizi bugün? ”
“ Unutmuşuz serçecik. Biz yoğunluğunca yaşamayı unutmuşuz. Hiçbir şey eskisi gibi değil. Birlikte susamıyoruz bile…”
“Aptal… Aptalsın sen… Korkaksın… Korkaksınız! ”
“ Ama neden? ”
“Korkaksınız çünkü ayrı yaşadıklarınız tutuyor dilinizi. Düşünmeye bile korktunuz.Gözlerinizi kaçırdınız birbirinizden. İç geçirdiniz. Saçma sapan, olur olmaz güldünüz. Kaçtınız birbirinizden… Kaçtınız…”
... Yeter serçe …
“Korkaksınız siz…Nelerin kaldığını, nelerin gittiğini görmemek, duymamak için gözlerinizi, kulaklarınızı kapadınız… Konuşmalıydın onunla… ”
… Serçe …
“Konuşmalıydın. Anlatmalıydın. Sormalıydın. ”
… Yeter …
“Aptalsın sen… Bırakmayacaktın! ”
İnsanlar,
sesler,
görüntüler,
vitrinler,
balonlar,
çocuklar,
serçe…
Ve hâlâ sürüp gidiyor…
“Bırakmayacaktın! ”
… YETER! …
-
Birden her şey durdu. Bağırdım mı? O ses, o çığlık benden mi çıktı? Ya serçe? O nerede?
“Hey… Serçecik…”
Nerede?
İnsanlar akıp gidiyor çevre yanımdan.
Görüntüler,
vitrinler,
balonlar,
kitaplar,
çocuklar…
Ve kuşlar!
Dostum… O serçe sana da göründü mü? Konuştu mu seninle? Döndürdü mü başını? İsyan etti mi sana da?
Ne güzel!
0 yorum:
Yorum Gönder
* Yaptığınız yorumun tamamı büyük harf olmamasına özen gösteriniz
* Yorumlarınız da argo içeren kelimeler kullanmayınız
* Reklam amaçlı yorumlarda bulunmayınız
* Konu dışında iletmek istediğiniz bir şey varsa iletişim formunu kullanın
* Yorumlarınızdan dolayı sizlere teşekkür ediyorum